Gönderen: adalarpostasi | 10 Ağustos 2017

“Berger’in ölümü iki kişilikti. O, Ada’daki mezarlığa gömüldü. Aliye ise…”

“Berger’in ölümü iki kişilikti.
O, Ada’daki mezarlığa gömüldü.
Aliye ise…”

Aliye ile Karl Berger, Büyükada, 1947. Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.

Aliye’nin yirmi üç senelik fırtınalı aşkı ve en nihayet altı aylık da kocası “Berger’in ölümü iki kişilikti. O, Ada’daki mezarlığa gömüldü. Aliye ise, Ada’daki çamların arasında sürekli ağlayarak dolaşan, yaşayan bir ölüye dönüştü…”

Taa ki kırk üç sene evvel bugün [9 Ağustos 1974] vefatıyla Büyükada Mezarlığı’ndaki aile kabrine defnedilinceye [11 Ağustos 1974] değin…

Daha önce de söyledim size sanırım, ölüm denince aklıma, ilk önce Berger gelir.

[?24/25.9.1947] Kılıç’la [Kılıç Ali] iskelede buluşup, akşam vapuruyla Ada’ya geçmiştik. Eve hızlı hızlı yürümüştük. Kapı açıktı. Önce ben [Füreya] girdim içeri. Ön salondan bir inilti geliyordu. Yaralı bir hayvanın ağlamasını andıran, iç parçalayan ince, uzun, acılı bir inilti. Hiç bitmeyen bir çığlık. Salona girdim. Dipte, masanın üzerinde duran tabuta eğilmiş biri vardı. Oda loştu. İyi göremiyordum.

“Teyze, Ayşe teyzeciğim,” dedim fısıldar gibi. Döndü ve bana baktı. Saçları didik didikti. Gözleri insan gözü olmaktan çıkmış, derin birer kan kuyusuydu, elinde gümüş saplı bir ayna tutuyordu. ALİYE!

“Canlanacak,” dedi bana bakarak. “Bak Füreya, bak, nefes alıyor.” Tanrım, Berger’miş ölen. Berger’miş.

Kılıç Ali arkamda durup beni tutmasa yere yıkılacaktım. Telaşlı ayak sesleri duydum. Ayşe teyzem, Ahmet enişte, çocukları Erdem ve Nermidil, birileri doluşuyordu odaya.

“Acısız, eziyetsiz bir ölüm,” diyordu Ayşe teyze, “Ne kendi çekti ne etrafına çektirdi. Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz, kızım, anlatamıyorum ki Aliye’ye.”

“Nasıl olmuş efendim?” dedi Kılıç Ali. Ölümün nasıl geldiği her nedense pek önemlidir geri kalanlara. En ince ayrıntıya kadar sorulur, en ince ayrıntıya kadar anlatılır.

“Sabah Budapeşte’ye gitmek için, biletlerini ayırtmaya gideceklerdi. Vapura yetişmek için araba bulamayınca, yol boyu koşmuşlar.” Teyzem sesini alçaltıyor, gözüyle Aliye’yi işaret ediyor, “Zamanında hazırlanamamıştır her zamanki gibi. Saraylıhanım’ın (Büyükada iskelesindeki ünlü dondurmacı) orada bir sancı girmiş göğsüne. Hemen içeri girmişler, yere yatırmışlar Berger’i. Aliye yakasını çözmüş, nefes vermeye çalışmış. Kollarını oynatıp durmuş nefes aldırmak için ama, o çoktaaaan…”

Yavaş yavaş Aliye’nin yanına gidiyorum. Berger’e beyaz bir gömlek giydirip tabuta yatırmışlar. Tabutun kapağı açık. Bakıyorum, Berger huzur içinde. Aliye hâlâ elindeki aynayı tutuyor kocasının ağzına.

“Saat on birden beri tabutun başında. Elinde ayna, Berger’in canlanmasını bekliyor,” diyor Ahmet enişte.

“Kaçırdı galiba.” Erdem’in sesi bu. İrkiliyorum. Yok kaçırmadı. O her zaman böyleydi aşırı duygu yüklü, aşırı iyimser ve aşırı karamsar.

Şimdi Aliye ile yan yana seyrediyoruz Berger’i. Gözyaşlarım, çok eski dostumun, eniştemin beyaz gömleğine damlıyor.

Berger, bana sanatta hem mükemmeliyeti, hem de asla ödün verilmemesi gerektiğini öğreten sevgili, sevgili hocam… Beş yaşındaydım karşısında durup elime yayımı ilk kez aldığımda.

Karl Berger, Taha Toros Arşivi.

“Macaristan’da Kral’a karşı darbe yapanların arasındaymış. İstanbul’a kaçmış. Saray’da Mecid efendinin çocuklarına ve sultanlara ders vermiş zamanında. Nadir Nadi ile Remzi Paşa’nın çocukları da ondan ders alıyorlarmış,” demişti anneannem, “Füreya’yı kemana başlatmak istiyorsanız, Berger’den iyisi olmaz.”

Karşısında duruyordum ve dizlerim titriyordu. Elimi tutmuş, kemanın bir ipeği andıran pürüzsüz yüzeyini okşatmıştı. Bir tahtanın bu kadar yumuşak dokusu olabileceğine şaşırmıştım. Dizlerimin titremesi geçmişti.

Ayla Erduran ve keman hocası Karl Berger. Taha Toros Arşivi.

“Füreya, yanağını kemanın üzerine daya ve dinle onu. Bak sana ne güzel şeyler anlatacak,” demişti, “Sev onu Füreya, onu sev, onu hisset, onun parçası ol!”

Sonra Aliye’yi sevmişti, onu hissetmiş, onun parçası olmuştu. Dünyanın en müthiş filozofu ve en müthiş pedagogu…

“Aliye, gel canım, içeri gidelim, beni kırma,” diyorum. Beni duymuyor bile. Sabaha kadar başında oturacak sevgilisinin, belki uyanır umuduyla. […]

Salondan çıkıyoruz. İnce, dokunaklı, çığlığı andıran inilti hiç bitmiyor. Bir kez daha bakıyorum arkamı dönüp salona. Aliye, tabutun başında, porselenden yapılmış, kırılgan bir biblo gibi oturuyor, elinde aynası…[1]

Sözü Aliye Berger’in yeğeni Şirin Devrim alıyor bu defa da…

Aliye Berger, Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.

 Evlendiklerinden altı ay sonra bir yaz günü, şehirdeki randevularına yetişmek için iskeleye iniyorlarmış. Her zaman olduğu gibi Aliye Teyzem oyalanmış, vapura yetişmek için tepeden iskeleye kadar koşmak zorunda kalmışlar. İskeleye vardıklarında Berger nefes nefeseymiş. Elini kalbine bastırıp uzaklaşan vapura bakarak “Ah, vapuru kaçırdık!” deyip oradaki kahvelerden birinin sandalyesine çöküvermiş. Aniden gelen bir kalp krizi sonucu iki üç dakika içinde Aliye’nin kollarında can vermiş. 

Civardaki Adalılar onu yukarı, Şakir Paşa Köşkü’ne taşımışlar. Eylül sonu olduğundan, ev kış için kapatılmış durumdaymış. Ufak tefek, narin Aliye Teyzem insanüstü bir güçle o koca demir asma kilidin zincirini eliyle koparmış. Berger’i aşağı kattaki oturma odasında sedefli divanın üstüne yatırmışlar. O akşam ailenin yakın dostu Ahmet Emin Yalman’ın eşi Rezzan Hanım haberi alır almaz köşke koşmuş. Uzun yıllar sonra bir gün New York’ta ondan o gece ne olup bittiğini yazmasını rica ettim. İşte tanık olduğu gecenin öyküsü:

Eski büyük köşk kapkaranlıktı. Herhalde elektrik faturası ödenmemişti. Aşağıdaki mağaralı salonun her yerinde mumlar yanıyordu. Berger’i odanın ortasında divana yatırmışlardı. Beyaz ipek gömleğinin üzerine yaseminler serpilmişti. Uzun parmaklı beyaz elleri aşağıya sarkıyordu. Gadre uğramış bir aziz gibiydi. Gece boyunca Aliye yerde yanında oturdu. İkide bir elindeki aynayı Berger’in ağzına tutuyor acaba nefes alıyor mu diye bakıyordu. Tabii ayna hiç buğulanmadı.

Felaketi duyan aile bireyleri teker teker şehirden gelmeye başladılar. İnsanlar açık duran kapıdan doğrudan odaya giriyor ve anlattığım sahneyle karşılaşıyorlardı. Bir ara sanki işleri büsbütün karıştırmak ister gibi, komşu kilisenin katolik papazı da göründü. Berger’in Müslüman olduğunu, cenazesinin Müslüman âdetlerine göre kaldırılacağı söylendi. Az sonra, sokağın karşısındaki caminin imamı geldi ve Berger’in Müslüman olduğuna dair resmi kâğıtları görmeden tepedeki Müslüman mezarlığına gömülmesine izin veremeyeceğini belirtti. Lala, kâğıtların durduğu Hakkiye’nin dairesine gidip evrakı ertesi sabah getireceğini söyledi. Şehre giden son vapura yetişti ve ertesi sabah ilk vapurla adaya döndü.

Cenaze hazırlıkları yapılırken Aliye’yi de altı aylık kocasının öldüğüne inandırmak gerekiyordu. O sırada veremden hasta olan Füreya, sanatoryumun yanında çamlıkta bir evde yaşıyordu. Olayın olduğu gece epey bir zaman Aliye’nin yanında kalmış, sonra biraz dinlenmek ve kahvaltı etmek için bizim eve gelmişti. Güneş doğarken köşke döndüğümüzde, Aliye’yi eski kuyuya doğru koşarken gördük. Kendini kuyuya atmak istiyordu çünkü Berger’in öldüğüne artık inanmıştı. Füreya ile arkasından koşup onu güç bela eteğinden yakaladık, zorlukla eve soktuk. Doktor ona sakinleştirici bir iğne yaptı, ondan sonra cenaze merasiminde hiçbir heyecan belirtisi göstermedi.”[2]

O güne kadar Karl Berger’in müslümanlığı kabul ettiği ve ismini değiştirdiği bilinmiyordu. Aliye Berger’in Cumhuriyet gazetesine verdiği ilan ile bu öğrenilmiş oldu. 17 [?25/26] Eylül 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle yazıyordu: “Ömer Baki-Karl Berger’in vefatı şehrimizin sanat muhitinde teessürle karşılanmıştır. Memleketimizin çok iyi tanıdığı keman üstadı, Şakir Paşa’nın damadı ve Bayan Aliye’nin eşi Ömer Baki’nin (Karl Berger) cenazesi bugün öğle namazından sonra Büyükada mezarlığına defnedilecektir.[3]

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı, Büyükada, 27.11.2013.

Aliye ile Karl o yaz  [1947] Ada’da çamlar arasında kendi fantezilerine uygun buldukları Hıdırvan [Doktor Hıntır Hıntıryan] Köşkü’nün bahçesindeki küçük evi kiraladılar. [Aliye] Ormanın içinde iki oda ile bir mutfaktan oluşan bu şirin kulübede o kadar mutluydu ki kendisini bulutların üzerinde hissediyordu. Sanki burada sabahın ilk ışıklarıyla öpüşen çiylerle yeryüzü canlanıyordu. Sanki hava sevinç, heyecan ve umutla doluydu. Burada gündüzler bir başka gündüz, geceler bir başka geceydi. Oturdukları evin terasında kahve sunarken özellikle şifon, etekleri fırfırlı elbisesini giyerdi. Rüzgârda etekleri uçuşurken Karl kendisini öyle görsün diye… Aliye’yi mutluluktan fırfırlı elbisesiyle dans ederken görenler vardı. Karl ise kimsenin görmeyeceği zamanlarda ormanda yürüyerek Berlioz’un keman konçertosunu çalardı. Onun yaratıcılığı, dünyayı şenlendiren, güzellikleri görünür kılan müziği Aliye için tükenmez bir sevinç kaynağıydı. İnsan herşeyden sıkılabilirdi. Bir gün gelir yasemin kokularından, kuşların cıvıltısından, denizin parıltısından bile bıkabilirdi ama Karl’ın kemanının sesi ona ekmek gibi su gibi her gün gerekliydi. Rasih [Nuri] İleri’nin söylediğine göre çamlıkta yürüyerek Berlioz’un keman konçertosunu çalarken, çevresinde ne kadar kedi, köpek, keçi gibi hayvan varsa etrafına toplanırmış. Mithat Dayısı’nın kızı Güney o günlerde Aliye’yi sık sık ziyarete giderdi. Yine bir gün Aliye’yi görmeye gittiğinde tanık olduğu olayı şöyle anlatıyordu:

f: Emine Çiğdem Tugay, “Hıntıryan Köşkü bahçesinde Karl Berger’in üzerinde keman çaldığı tarihi sarnıç yapısı”, Büyükada, 27.11.2013.

Karl keman çalarken yanında kimsenin olmasını istemezdi. Onun için evin yakınlarında bir sarnıç vardı. Oraya gidip çalardı. Bir sabah ben gittiğimde, Karl’ı orada tek başına keman çalarken gördüm. Kendimi göstermeden onu dinledim. Gördüklerime inanamadım. Çevrede ne kadar kuş varsa Karl’ın etrafında toplanmış, öterek ona eşlik ediyorlardı. İnanılır gibi değildi.[4]

Berger Kalamış’ta sahile yakın bir mevkide Bruch’un Sol minör konçertosunu çalmaktayken senelerden beri bu evsafta bir keman duymamışlığından hayretler içinde kalarak tanışıp dost oldukları Seyfeddin Çürüksulu anlatıyor:

24 [?25] Eylül 1947 sabahını büyük sanatkâr, Ada tepesinin çam ormanlarında keman çalmakla geçirdi. Mendelsohn’un, Brahms’ın, Mozart’ın La ve Re majör konçertolarına çalıştı. En son “Bunu Nur için çalıyorum” diyerek, J. S. Bach’ın muazzam ikinci Partizasını baştan aşağı çaldı. Yıllarca emellerini, ıstıraplarını tevdi ettiği sevgili Şakon’un ilâhi Re minör akorlarını, hayatına Erganun durağı yaptı.

Beş saat sonra Karl Berger’in “Nur”a müştak ruhu, yeryüzünü terketti ve reçine kokulu mahzun çamlar arasından geçerek, sabahleyin yayından çıkan seslere semada kavuştu.[5]

Berger’in ölümü iki kişilikti. O, Ada’daki mezarlığa gömüldü. Aliye ise, Ada’daki çamların arasında sürekli ağlayarak dolaşan, yaşayan bir ölüye dönüştü.[6]

Geldiğimizi duyan Aliye teyzem hole açılan küçük oturma odasından dışarıya fırladı. Onu hemen hemen üç yıl önce İstanbul’dan ayrıldığım o soğuk Şubat sabahından beri görmemiştim. Ne kadar değişmişti! Kollarıma atılıp da beni kucakladığında zayıf, solgun ve sarsıntı geçirmiş gibi buldum. Belli ki bir yıl önce kaybettiği eşinin acısı onu çok yıpratmıştı. Menekşe rengi iri gözleri yaşlarla doldu. “Şirinaki! Şirinaki!” dedi, “seni son gördüğümden beri neler oldu neler, değil mi?”

Yirmi üç yıl süren ilişkiden sonra Karl Berger sonunda sanatsal özgürlüğünden vazgeçip teyzemle evlenmiş aileyi de memnun etmek için Müslüman olmuştu. Büyükada’da tepede küçük pembe bir eve taşınmışlardı. Bana Yale Üniversitesi’ne yazdığı bir mektupta evliliğinden kısaca şöyle söz etmişti:

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl’ın oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 29.10.2014.

Burada manzara nefes kesiyor! O derece ki, insan uyuyamıyor bile. Hele o çamların mis gibi kokusu. Sabahın erken saatlerinde çam iğnelerinin üzerindeki çiyler pırlanta gibi parlıyorlar. ‘Uncle Karl’ çamlığın bu güzelliğinden, ıssızlığından ve o nefis kokusundan öyle esinleniyor ki ağaçların arasında yürüyerek kemanını çalıyor. İnanılmaz bir mutluluk içindeyim. Bitecek diye ödüm kopuyor.[7]

Aliye Berger’in resim hayatı Karl Berger’in ölümünden sonra, kaybının acısına dayanamadığını gören ablası Fahrünnisa’nın onu alarak Avrupa’ya götürmesiyle başlar. Artık Karl Berger yoktur! Aliye Berger eşine karşı olan bütün aşkını önce heykele, daha sonra da gravüre yöneltir. Hocası John Buckland Wright’ın atölyesinde üç yıl çalışır. Oymalar, kazımalar ve siyah-beyaz boyalar, Karl Berger’e karşı duyduğu aşkı gibi onu bütün varlığıyla sarar. Onun gravürleri, kendi iç dünyasının dışa yansımasıdır. Sanatçılığında Karl Berger’e karşı duyduğu aşkın mayası vardır. Daha çok siyah ile beyazı yeğler. Bu sanatı Karl’ın acısını unutmak için seçtiğini anlatır. İlk sergisini İstanbul’da 1951 yılında açarsa da bu meslekteki çabasının ödülünü 1954 yılında alır.
Yapı Kredi Bankası’nın Uluslararası Yarışması’nda birincilik ödülü Aliye Berger’e verilir.

Aliye Berger, Güneşin Doğuşu, 1954.

Yirmi-yirmi beş yıl boyunca, dolu dolu çalışmalarıyla Aliye Berger, resmin en zor dalı gravürcülüğünü doruğa çıkarmıştı. Açtığı on iki özel ve katıldığı kırk sekiz karma sergi sanat tarihinde ender görülen olaylardandır. Özel sergileri Paris, Londra ve Viyana gibi büyük sanat merkezlerinde, katıldığı karma sergiler ise yine on dört yabancı kente açılmıştı. Bu arada, sanatçının İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde dört, Albertina Museum’da da üç yapıtı sergilenmektedir. Aliye Berger gravür sanatına geç başlamış ancak sanatıyla yaşadığından, az zamanda rekor denecek sayıda yapıt üretmişti. Ne var ki, onun bu sanatta doruğa çıkmasını, hayatını uğruna adadağı aşkı, Karl Berger göremedi. Ama Aliye Berger onun şiirlerini derledi ve gravürlerini yaptı.[8]

Aliye Berger, Taha Toros Arşivi.

Aliye’nin yeğeni Nermidil Erner Binark anlatıyor:

[…] O sıralarda da Aliye’nin hastalığı bir nüksedip bir geçiyordu. Bir akşam Hakkiye teyzeye yemeğe gitmiş. O gece otuz dokuz derece ateşi varmış ve sanki hiçbir şey yokmuş gibi, gece yarısı, Şakir Paşa Apartmanı’ndan Beyoğlu’ndaki evine [Narmanlı Han] tek başına dönmüş. Sonraki günler ateşler tekrarlayınca, Tünel’deki havasız, karanlık apartmanda Aliye iyi bakılamaz diye, Füreya onu Ortaköy’deki bir kliniğe yatırmıştı. Bütün kışı orada, rahat, sıcak, ev gailesinden uzakta geçirmişti. Düzeldi ama hastalık boyuna tekrarlıyor, hastaneye girip çıkmanın ardı arkası kesilmiyordu. Ertesi sene Acıbadem’de bir askeri hastahanede yattı. Küçük fakat aydınlık odasından şikâyeti yoktu. Yatağının üstü kitaplarla ve gravür çalışmalarıyla doluydu. Bu hastahane dönemlerinde hep güler yüzlüydü Aliye, hiç şikâyet etmedi, hiç neşesini kaybetmedi, çevresiyle ilgisi hiç eksilmedi, özellikle Boğaz Köprüsü’nün yapımıyla çok ilgileniyordu. 

Aliye Berger, Narmanlı Han’da evinde…

Mayıs ayında Ada soğuk olur. Yazlıkçılar için mevsim henüz erkendir. Annemin uyarılarını dinlemeyen Fahrünissa teyze, Mayıs’ta Ada’ya taşındı, biraz düzelmiş olan Aliye de arkasından geldi. Fahrünissa, mutadı üzere yatağa girdi, Aliye etrafında fırıl fırıl dönüyor, çayını kahvesini yatağına götürüyordu. Alışverişi yapıyor, sofranın düzeniyle ilgileniyordu. Gerçi her gün gelen bir gündelikçi, bir de yatılı on beş yaşlarında bir çocuk vardı ama Aliye durmuyor, bir içeri bir dışarı koşuyor, açık hava merakından kapıları pencereleri açıyor, evin her tarafında cereyan estiriyordu. Akşamları çıkan poyraz da bayağı soğuk oluyordu. 

O gün balkonun pencerelerini boyuyordum. Az sonra annem geldi, 

“Haydi teyzene yemeğe gel,” dedi.

“Anne, ben teyzemi ziyaret ettim, şimdi bu pencereleri altı vapuruna kadar bitirmeliyim,” dedim. 

“Olmaz, teyzen gelsin diyor, seni bekliyor,” dedi annem.

Annem ısrar ediyordu, öğleyin bir şeyler yemiştim, gerçi yemeğe davet edilmek evde çayla simit yemekten iyiydi ama annemin ısrarının nedenini anlıyordum. Her zamanki gibi kardeşinin arzusunun mutlaka yerine getirilmesini istiyordu. Eski zaafı aynen devam ediyordu, hiçbir şeyin değişmemiş olduğu belliydi.

Kalkıp gittim. Sofraya oturduk. Aliye mutfakla masa arasında mekik dokuyordu. Sofrada eksik olan bira, tuz gibi şeyleri getirmesi için Fahrünissa, Aliye’ye seslendi. Birden Aliye içeri girerek, “Bak, gördün mü işte kan,” dedi. Elinde kanla kıpkırmızı olmuş bir mendil vardı. Hepimiz şoke olduk. Kanama başlamıştı. Her öksürükte kan geliyordu. Ada’nın hükümet tabibi Tarık Bey’i çağırdık. Tarık Bey sadece iyi bir hekim değil, aynı zamanda iyi bir insandı da. Ailenin her ferdine o bakardı. Aliye’nin tedavisini de o üstlendi. 

Günler geçti, Aliye düzelmiyordu. Hepimizin keyfi kaçmıştı. Bir hafta sonra kanama hâlâ devam ediyordu. Fahrünissa, henüz tatil başlamadan bu olayın çıkmasına çok sıkılmıştı, odasına çekildi. İki gün yataktan çıkmadı. 

“Aliye Berger, Narmanlı Han’daki evinde…”, Yusuf Taktak Koleksiyonu, SALT Araştırma Arşivi.

Günler geçtikçe yanlış hareket ettiğimizi, bir şeyler yapmak gerektiğini hissediyordum. Ada’da uzman hekim yoktu. Sadece iki eczahane vardı. Acil bir durumda İstanbul’a inmek zordu. Bu durumu Füreya ile konuşmaya karar verdim. Çünkü ailede sözü geçen bir oydu.

Füreya’yı Şakir Paşa Apartmanı’nda Fahrünissa ile baş başa buldum. Hemen konuya girerek, “Füreya Abla,” dedim. “Sizinle Aliye Teyze hakkında konuşmaya geldim. O, Ada’da bakılamaz. Bir kere Ada soğuk, hastahane yok, her ilaç bulunmuyor. Ona iyi bir bakım lazım. Onu bir hastahaneye yatırmalıyız, bir üniversite hastahanesine…”

Füreya’nın cevap vermesine fırsat kalmadan, Fahrünissa, 

“Sen kim oluyorsun!” dedi. “Biz buradayız, bu işe biz karar veririz.”

Bu sözlere karşı sakin olmaya çalışarak,

“Fahrünissa teyze, önce sakinleşin… Ben sizinle bu şekilde konuşamam!” diye cevap verdim.

Füreya fısıldayarak,

“Aman Nermidil, çok sinirlisin, yapma,” dedi. Füreya’yı dinlemedim.

“Önce, siz doktor değil ressamsınız, ben de doktor değilim ama eczacıyım, yani bu konuya sizden daha yakınım… Tekrarlıyorum Aliye teyzeme tam teşkilatlı bir hastahane lazım, üniversite hastahanesi,” dedim ve evden çıktım.

Ertesi gün Ada’ya döndüğümde, Fahrünissa’yı balkonda yalnız başına buldum. Yanına yaklaşarak “Bir daha benimle bu şekilde konuşmayın, yoksa aynı şekilde karşılık veririm,” dedim. 

Annemin ve teyzemin baskısına baş kaldırmıştım fakat bu aşamada Aliye teyzem için yapabileceğim bu kadardı. 

Fahrünissa’yla konuşmamız, bir şekilde Aliye teyzeme aksetmiş olacak ki Aliye, her zaman herkesin iyiliğini istediğinden aramızı yapmaya çalıştı. Bana, 

“Fahrünissa seni seviyor,” dedi.

Duymamış gibi yaparak, 

“Aliyoşa ben sizi seviyorum,” dedim.

“Biliyorum,” diye cevap verdi. Bu söze çok mutlu oldum.

Füreya, Aliye’nin hastalığı sırasında apartmanda oturuyordu ve hep onun bakımıyla ilgilendi. Onu Taksim hastahanesine kaldırdı. Güzel bir oda tuttu. Her gün onu arıyordu. Oradaki hemşirelerden birini ayarlayarak, Aliye’nin daha itinayla bakılmasını sağladı. Annem, Erdem ve ben sık sık ziyaretine giderdik. Eğlensin diye kitap, mecmua, radyo götürürdük. O ise tipik Aliye’liklerini yapmayı sürdürüyordu. Bir gün kayısı istedi. İlk ziyaretimde kayısı götürdüm. İçeri girer girmez, “Ayşe ablam gönderdiyse küçüktür,” dedi. 

Kapıda birini çıkarıp gösterdim. “İyiymiş, getir,” dedi. 

Aliye Berger, Taha Toros Arşivi.

Aliye teyze iki ay hastahanede yattı. Füreya her zaman yanındaydı. Bir gün çok şiddetli bir kanama geçirdi. Ne çarşaf ne perde kalmış. Ertesi gün onu gördüğümde hâlâ küçük parmağında kan lekesi vardı. Bu durumda başka bir doktorun da fikrini almalıydık. Füreya’nın başka bir hastahaneden getirdiği uzman bir hekimle, Şirin, Füreya ve ben konuştuk. Doktor bize açık açık söyledi, kurtuluşu olmayan bir hastalıkmış. Aliye iyileşemeyecekti. Bu konuşmadan sonra Şirin, 

“Onu Büyükada’ya götürelim. Ne olacaksa orada olsun,” dedi.

Birkaç gün sonra Şirin Amerika’ya döndü. Biz, Aliye teyzeyi Ada’ya götürmeye karar verdik. Teyzem vapurla gelemeyeceğinden Erdem bir motor, Füreya da hastahane işlerini ayarladı. Rıhtımdan motorun gelişini dürbünle takip eden Erdem, “Geliyorlar,” deyince bütün Şakirler sokağa döküldü. Fahrünissa, Ağustos sıcağında yere kadar vizon mantosuyla, Gökçen Pakistanî fistan ve türbanıyla, kapıcımız Şemsettin’in karısı Güleser tesettürüyle, şortlu Erdem ve Hikmet aralarında sürüklenir gibi yürüyen annemle onu karşılamaya, iskeleye yanaşmakta olan motora gidiyorduk. Yoldan geçenler bu acayip konvoya merakla bakıyordu. 

Aliye Berger, Büyükada Köşk.

Aliye, yanında Füreya ve bir hemşireyle sedyede tekneden çıkarıldı. Evde en güzel oda ona hazırlanmıştı. Doktor Tarık onu bekliyordu. Kanama durmuştu. Eve gelir gelmez Aliye, “Ben burada istediğim gibi bağırıp çağıramam beni geri götürün,” diye bağırdı.

İlk gün böyle geçti. Gece uykum kaçtı ve saat ikiye doğru balkona çıktım, aşağıda Aliye teyzemin kapısı açıktı, Füreya ile Aliye alçak sesle konuşuyorlardı. Aliye, “Artık doktor istemem,” diyor, Füreya doktor çağırmakta ısrar ediyordu.

Ertesi gün biz gençler her zamanki gibi motora binip Ada sakinlerinden Naki Bey’in yalısının önünden denize girdik. Dönüşte eve yaklaşırken Gökçen, 

“Bir şeyler oluyor galiba, herkes Aliye’nin penceresinin önünde,” dedi. 

Hemen içeri koştuk. Aliye bir şeyler söylüyordu ama ne dediği anlaşılmıyordu. Yanına yaklaştım. Kulağına eğilerek “Ben kimim,” diye sordum. 

“Bilmiyorum,” dedi sonra bir şeyler fısıldadı. Eğilip kulak verdim.

“Ölüyorum,” diyordu.

Tarık Bey’i aradım. Toplantıdaymış ama gene de telefona geldi.

“Vaziyet çok kötü, gelebilir misiniz?” dedim.

“Yapılacak bir şey yok Nermidil Hanım,” dedi.

“Bari uyuşturucu bir şey verseniz de çekmese.”

“Daha kötü olur,” dedi Tarık Bey.

Aliye teyzemin neye meraklı olduğunu hepimiz bildiğimizden, o gelmeden evvel Erdem odasına bir şişe şarap koymuştu. Hemen açıp bir kaşık içirdi, Aliye’nin şarabı içmesiyle tükürmesi bir oldu.

“Bu konyak değil,” dedi.

Erdem bakkala fırladı, bir şişe konyakla teyzemin odasına girdiğini gördüm. Az sonra Gökçen odadan çıktı, her zamanki sakin haliyle, gözleri yaşlı, eliyle bitti işareti yaptı.

Aliye Berger’in vefat ilanı, 11.8.1974. Taha Toros Arşivi.

Aliye’yi 1974’te kaybettik. Cenaze günü Füreya toz pembe tüylü bir postla geldi. Bunu tabutun üzerine yeşil örtü yerine serecekti. Yirmi senelik adamımız ve kapıcımız Şemsettin şoke oldu, bu olacak iş değil cemaat arkasından gitmez diye ne kadar itiraz ettiyse de Füreya’ya vız geldi. Mademki Aliye pembe örtüyle gitmek isterim demişti, pembe örtüyle gidecekti!

Duası, Ada’nın sevimli camisinde okundu. O gün cami olağanüstü bir görünümdeydi, yaşlı başlı hanımların yanında blucinli gençler, sakallılar, küpeliler, yazarlar, ressamlar, yatla geçerken plaj elbisesiyle cenazeye uğrayan sosyetik hanımlar… Her yaştan, her sınıftan insan oradaydı. Sanki cenaze merasimi değil, kokteyl partiydi… Tam Aliyoşa’ya göre…[9]

Her şeye, bu ‘Ne müthiş değil mi?’yle yaklaşan Aliye’ye göreydi ortam. Eğer kendi cenazesini görmesi mümkün olabilseydi, kim bilir belki de yine aynı şeyi söyleyecekti:

“Ne müthiş değil mi?” 

Bir kış günü [24.12.1903] dünyaya gözlerini açan Aliye Berger Boronai, yaşadığı sürece vargücüyle güzelliklerin izini sürdü. Yaşama sevincini ve coşkusunu dile getiren pek çok eser verdi ve bir ağustos sıcağında, geride bıraktığı şeylerin hiçbirine acımadan ve hiçbiri için pişmanlık duymadan, sonsuz güzellikleri arkasında bırakarak o çok güzel olduğunu söylediği yaşama veda etti.

Cenaze töreninden sonra ailede akşam yemeği yeniyor, içki içiliyor, Aliye’den bahsediliyordu ki, iki polis geldi.

“Burada bir kız intihar etmiş,” dediler.

Şaşkınlığı kısa sürdü ailenin.

“Yok efendim, intihar falan eden yok,” dediler. Neden bahsedildiğini daha anlayamamışlardı.

“Pembeler içinde gelin gibi ölü çıkmış buradan!..”

Hayatının son yirmi yılı içinde 50’yi aşkın sergi açan ve Avrupa, Amerika’daki galerilerde, özel koleksiyonlarda sayısız eserleri bulunan, sanat ve sanat aşkından hiçbir şey kaybetmeyen ve pembeler içinde tıpkı bir gelin gibi bu dünyadan göçüp giden ve belki de Berger’inin yanında sonsuz huzura ve mutluluğa kavuşmuş olan Aliye çok güzel bir dünyada yaşadığının farkında olarak, kimsenin kaçırmadığını ve herkesin tam zamanında yetiştiğini bildiği halde tren kaçıyormuş gibi yaşadı ve sonra da telaşla yetiştiği trene binip renkli gördüğünü ve tüm renklerini sevdiğini söylediği dünyadan ayrıldı.

Aliye Berger’in ölümü diğer bütün ölümler gibi sessiz ve dokunaklıydı ama geride kalanlara, bizlere ölümün bile bir rengi olduğunu göstermişti…

Artık özlem bitmiş, Aliye tanıdığı ilk günden başlayarak hayatının sonuna kadar sevdiği yegâne aşkına ve huzura kavuşmuştu. Aliye ölümünden önce Karl Berger için onun sanat ve estetik anlayışına uygun, anıtsal bir mezar taşı yaptırmak istiyordu. Bunu da Füreya’ya yaptırmayı planlıyordu ancak bir türlü gerçekleştirememişlerdi. Füreya, Aliye’nin ölümünden sonra bu isteği gerçekleştirmek için Akademi’ye giderek birbirine sarılmış iki vücudu yansıtan bir heykel yaptırdı ve bu heykel Aliye ile Karl’ın mezarlarının tam ortasına gelecek şekilde yerleştirildi. Aşklarının ölümsüzlüğü Aliye’ye yakışır bir şekilde kalıcı kılındı.[10]

Emine Çiğdem Tugay, “Aliye Berger (1903-1974) ile Karl Berger (1894-1947)”, Büyükada Mezarlığı, 4.12.2005.

Narmanlı Han’da Aliye Berger’in komşusu olarak dünyaya gelip (2.2.1973) de —o bir buçuk sene içinde haliyle— kendisini tanımaya yetişememiş de olsa bu çocuk, ilerleyen senelerde hayranlıkla —3 Kasım 2001’de Beyoğlu’ndan Büyükada’ya çıkmazdan evvel ki çıkar çıkmaz da ilk iş o günlerde dostumuz Semra Karamürsel tercümesiyle okumakta olduğumuz Şirin Devrim’in Şakir Paşa Ailesi kitabı dolayısıya Şakir Paşa Konağı’nı arayıp bulmak olmuştu— Narmanlı Han, Doğan Apartmanı, Botter Apartmanı üçgeninde geçen hayatımda annem (Müjgân Akdoğan Demir) ve babam (Muharrem Demir) yanı sıra Mualla Anhegger Eyuboğlu, Tiraje Dikmen misal ortak yakın dostlarımızdan da dinlemek şansım olmuştu kimi hatırlı hatıralarını…

3. Galata Şenliği kapsamında 4.6.1994 Cumartesi günü saat 18:00’de Cengiz Bektaş, Narmanlı Han’ın avlusunda Bedri Rahmi Eyuboğlu şiirlerini okumazdan az evvel, evvel zaman içinde Narmanlı Han’da mukim Aliye Berger, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar ve heykeltraş Gross’un ev ve atölyelerine kırmızı karanfiller bırakmıştık bir bir…

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 14.2.2014.

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 14.2.2014.

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 14.2.2014.

14 Şubat 2014’te Aliye ile Ömer’in bir dem kiracısı oldukları Büyükada’da Hristos Selvili Tepe mevkiindeki Doktor Hıntır Hıntıryan Köşkü’nün müştemilatını ziyaretle Adalar Postası’nda paylaştığımız fotoğraflardan birine şöyle pek âlem bir not düşmüştü Sevgili dostumuz Hasan Cevad Özdil:

— Madem sanat “delisi”nin adı geçti, yarım asırlık bir hatırayı paylaşayım. Ayşe hanım güleryüzüyle her zamanki hasır koltuğunda oturuyordu. Üst kata çıkan döner merdivende kıvır kıvır sapsarı saçları ve kahkasıyla bana bakıyordu ailenin Aliye’si, bu şopar oğlan da Hatice’nin mi, der gibi Şakir Paşa Konağı’nda.

Ne de güzel bir hatıra, paylaştığınız için 1001 teşekkürler sevgili dost Hasan Cevad Bey… Bir dem elbette Adalar Postası’nda da seyirle ki ekte, herkesin bana bakışı güzelliğimden olsa gerek diye içinden geçirirmiş her seferinde minvalinde kalmış aklımda pek hoşa gittiği üzre ve asıl sevgili Tiraje (Dikmen) Hanım’dan Alyoşa’ya dair dinlediklerim, pek bir âlem anlatırım bilâhire… Derken ne yazıktır ki pek geç gelmişliğimden şu diyara Narmanlı Han’daki komşuluğumuz anca bir buçuk sene…!

Hasan Cevad Bey peşi sıra Güzin Yılmaz bir yorum düşmüştü derken şu minval yazışmışız o vakitler:

— Oldu olacak benim de küçük bir katkım bulunsun Sayın Aliye Berger’in saygıdeğer anısına. “Alie Berger Boronai” şeklinde imzaladığı ve sol alt köşesine Fransızca “deneme gravürleri” (gravures d’essai) yazdığı bu özgün çalışmasında, sanıyorum Büyükada’da, keman çalışmakta olan eşini resmetmiş (Güzin Özen Yılmaz koleksiyonu)

 

 

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 27.11.2013

— Sevgili Güzin Hanım,
Hilafsız yürek durdu duracak zira iki gün önce tam da bu bu pencereye ve de bu pencereden baktıydım…! Pek hoş bir tesadüfle ne de güzel bir paylaşım… 1001 teşekkürlerimizle… O pencerenin evvelce çektiğim bir fotoğrafını da ekliyorum şimdi, bugün değilse yarın gravürdeki açıyla da deneyip hikâyesiyle birlikte paylaşırız Adalar Postası’yla sayenizde…!
Sevgilerimle,
)O(

 

f: Emine Çiğdem Tugay, “Hıntıryan Köşkü bahçesinde nergisler…”, Büyükada, 14.2.2014.

— Bu pek manidar güzel mi güzel paylaşımlar için Hıntıryan Köşkü bahçesinden baharı müjdeleyen nergislerle 1001 teşekkürler POSTASI’ndan ADALAR’ın…
)O(

— Gravürdeki binanın Ada’da bir yerde olduğunu tahmin ediyordum ama emin değildim, orada bulunduğunu ve hâlâ var olduğunu, üstelik iki gün önce tarafınızdan ziyaret edildiğini öğrenince heyecanlandım gerçekten. Aliye hanım bana bu resmi koydurtarak size ziyaretiniz için teşekkür etmek istemiş anlaşılan… Ben de güzel bahar nergisleri için çok teşekkür ediyor ve en iyi dileklerimi gönderiyorum sevgili Çiğdem hanım, fırsatınız olursa evle ilgili hikâyeyi merakla bekliyorum…

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 14.2.2014.

f: Emine Çiğdem Tugay, “Aliye ile Karl Berger’in oturdukları Hıntıryan Köşkü müştemilatı”, Büyükada, 14.2.2014.

f: Emine Çiğdem Tugay, “Tiraje Dikmen”, Büyükada Turing İskele Kafe, 14.7.2017.

Ve madem bir söz verdiydik gecikmeli de olsa tutmalı… Aliye Berger’e samimiyetle muhabbeti her halinden aşikâr olan Sevgili Tiraje (Dikmen) Hanım şöyle anlatmıştı vaktiyle:

Ziya Paşa’nın oğlu aradı. Muharrem Nuri Birgi! Ertesi gün de Aliye aradı. Şekerim üzüldü, sen niye gelmedin diye. Bir hafta sonra tekrar davet verdi. Ne götüreyim diye sorunca, çikolata bul dedi! Üstüne bir kurdela koyuyorlar. Açık mavi grimsi bir renk! Masanın üzerine bütün hediyeleri dizmiş. Yanıma gelip heyecanla, ben bütün bunlar arasında seninkini buldum demişti. […]

Mutfakta koyu kırmızı yağlıboya badana misal Aliye’nin ruhunu yansıtan gayetle özgün bir ev… Aydınlar maydınlar gereğince anlayamazlardı da kaçık, ev tımarhane gibi falan derlerdi ne yazık… […]

Aliye Berger, Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.

Refik’e yemeğe davet etti. Ada’dan geliyorum, Narmanlı Han’daki evine. Gayet hoş her zamanki gibi… Çıkacağız, şimdi bir dakika kendime bir çeki düzen vereyim dedi. Kenarlı şapka, tül, ayakkabılar… İçeriye odasına gidiyor geliyor, yok olmadı diyor yine gidiyor üzerini değiştiriyor yine geliyor, gidiyor geliyor derken bir hayli zaman sonra anca çıkabildik evden. Sofyalı Sokak’ta Refik’e yemeğe gittik. Arkam dönük giriş kapısına, Aliye’nin ise yüzü dönük. Kapı açıldı içeriye bir adam giriyorken Aliye usulcacık “Şekerim o adam eczacı, bir döviz meselesi nedeniyle içeri alınmış, döviz kaçırmış. Sakın bakma! Belli etme mahçup etmeyelim ayıp olur adama,” diyor ince düşünüşlü zarafetiyle… […]

Paris’te buluştuk. Opera’da buluştuk. Galeries Lafayette’te buluştuk. Bibliotek Nationel’de bir sergiye gideceğiz. Sokakların başında musluk. Kaldırım kenarından yolun kıyısından sular akıyor. Biz kaldırımda yürüyoruz. Bir baktım Aliye yanımda değil döndüm bulmak için ki ne göreyim, iki ayağı ile suyun içine girmiş. “Şekerim ayakkabı ayağımı sıkıyor, ayağım acıyor şimdi daha rahat yürüyeceğim…” demesin mi! Çok ama çoook hoştu… […]

Cicely Mary Barker, The Jasmine Fairy.

Saçlarına yasemin kokuları sinmiş çocuklar…

[…] Biz çocuklar, yani Aliye, ben ve Cevat Dayımın kızı Mutarra… Saçlarına yasemin kokuları sinmiş çocuklar.

Çocuklar, bu bahçe cennetten bir köşedir,” derdi ninem.
“Cennet nedir nine?”
“İyi insanlar ölünce gittiği yer, canım,”
“Ama biz ölmedik ki daha.”
‘İyi ya işte,” derdi Aliye, “burası cennet ise, hiç ölmeyeceğiz demek ki. Biz, yerimize gelmişiz bile!”

f: Şakir Paşa, Aliye Berger ile bebeği, köpeği ve de Habeşli lalası Seyfettin, Büyükada’da Şakir Paşa Köşkü’nün bahçesinde, 1909.

Biliyor musunuz, Aliye hiç ölmedi zaten. O, cenneti ve cehennemi bir arada bu dünyada yaşadı ve gravürleriyle, çılgın renkli abartılı giysileriyle, kocaman mavi gözleri, büyük aşkı, sınır tanımaz heyecanıyla, içinden fışkıran sevgi seliyle onu her tanımış olan kişinin yüreğinde, belleğinin bir köşesinde yaşamaya devam ediyor.

Ne diyordum size, ha evet… cennet! Cennet nasıl olur bilirdik biz, Büyükada’daki Şakir Paşa Köskü’nün bahçesinde yaşayan çocuklar…

Cennet, bir cami ile bir kilise arasında kalan araziye inşa edilmiş, üç katlı ahşap bir Osmanlı konağı idi. Bize uçsuz bucaksız gelen bahçesinde fuller, hatmiler, yaseminler, japon gülleri, ortancalar, begonviller ve mimozalar açardı.
Giritli ninemin, memleketinden özel olarak getirttiği kekik, defne, fesleğen yapraklarının kokusu öğleden sonra çıkan esintiyle, aksamsefalarının, akasyaların rayihalarına karışır, bahçe değişik esansların ağzı açık kavanozlarda yan yana dizildiği bir parfümeri dükkânı gibi kokardı. Evin kapısının önünü tutan yola çıktığınızda ise karşınızda kiliseyi bulurdunuz. İçinde yaşayanlar da bu iki ibadethanenin temsil ettiği kültürlerin arasında kalmış, elleri, kolları ve özlemleri kilisenin sembolü batıda, yere basan ayakları ve yürekleri ise tam bulundukları yerde, yani caminin ait olduğu toplumda, kafaları az biraz karışık insanlardı… […]

TAKAF2265001.jpg

Suat Şakir ile Fahrünnisa [?Aliye] Şakir, Büyükada’da Şakir Paşa Köşkü’nde, 1906. Yusuf Taktak Koleksiyonu- SALT Araştırma Arşivi.

Anlattıklarımı hakkıyla kavrayabilmeniz için taa en baştan başlamam gerek. Benim için her şeyin baslangıç noktası, demin size sözünü ettiğim, Ada’daki köşktür işte. Sadece benim için de değil, o köşkte doğan diğer çocuklar, yani Fahrünissa ve Aliye için de köşkün nesnellikten öte bir boyutu vardır. Biz, Şakir Paşa Köşkü’nün çocukları sanki bir ana-babanın değil de bu ahşap Osmanlı konağının tohumlarıydık. Köşk, bizi dokuz ay yerine yıllarca rahminde taşımış gibi, genlerimize sinmiş, iliklerimize işlemiş ve bize özsuyumuzu vermiştir. Sonraki yaşamlarımızda edindiğimiz her birikim ve tecrübe, her acı ve sevinç, her kazanım ve kayıp, o konağın ruhumuzu yapılayan harcının üstüne eklenmiştir. Oysa Yıldız’daki konakta doğan annem, Ayşe teyzem, Cevat dayım ile Nişantaşı konağında doğan Suat dayım Köşk’ün değil, yalnızca Sare İsmet Hanım’la Şakir Paşa’nın evlatlarıydılar. Onlar, köşkte yaşamakla kalmışlardı. Her hallerinden belliydi, bizim gibi köşkün çocukları değil de, sakinleri oldukları. Yine de, o beyaz boyalı ahşap evde, doğan, büyüyen ya da sadece oturan her birimiz için yaşam, Ada’da zaman ve Ada sonrası diye, miladi önem taşıyan dönemlere ayrılacaktı. […]

Beni Ada’daki köşkte en etkileyen eşya, bir duvarı boydan boya kaplayan, üç metre yüksekliğindeki, Yıldız’dan getirilmiş yaldızlı aynaydı. Karşısında durur, kendimi kocaman aynanın içinde küçücük görürdüm. Arkamda geniş hol ve bu hole karşılıklı açılan sarı ve pembe salonların girişleri görünürdü. Bu salonlar biz çocukların dokunması yasak olan Servres ve Saks antika vazolarla ve biblolarla doluydu. Ortadaki ampir mobilyalarla döşeli büyük salonun sonuna, kızlari piyano çalarken notaları görebilsinler diye Şakir Paşa tavanda bir pencere açtırmıştı. Oradan yayılan ışık, etajerlerden fışkıran bitkilerin üstüne düşerdi. Cevat dayımın kızı Mutarra ve Suat dayımın üvey kızı Geraldine’le, döne döne yukarı çıkan merdivenin trabzanlarına oturarak aşağı kayar, üst üste yığılırdık. Kazık kadar olmasına rağmen, Aliye de bize katıldığı için, sürekli azar işitirdi. Üst katta da aşağı katın düzeninde bir hol ve karşılıklı iki salon vardı. Salonlardan birini oturma odası olarak kullanırdık. Büyük rahat koltukların bulunduğu bu odada, akşamüstü çayları içilirdi. Bahçeye bakan diğer oda ise, büyükbabam Şakir Paşa’nın çalışma odasıydı. Tavana kadar kütüphaneleri ve üstü her an karmakarışık, evrak ve kitapla dolu yazı masasıyla bize çok gizemli gelen bu odaya girmemiz yasaktı. Aliye’den öğrendiğimiz gibi, anahtar deliğinden içerisini gözlerdik ara sıra…

[…]

Ada’da zaman
Mis kokulu üzüm salkımlarıydı yaz ayları
Buzlu nar şerbetiydi kristal sürahilerde…[11]

* * *

f: Eliza Day, “Ayla Erduran Aliye Berger’in Narmanlı Han’daki evinin balkonunda sene 1964”, Alyoşa’nın hatırlı hatırasına, SALT Araştırma Arşivi.

Hayâl bu ya 24 Eylül’de “Aliye ile Karl’ın anısına” Büyükada Hristos Selvili Tepe Mevkii’nde Hıntıryan Köşkü bahçesinde Karl Berger’in bir dem keman çaldığı o tarihi sarnıcın üzerinde yetmiş sene önce tam da o gün [veya 25’i zira kaynaklarda Karl Berger’in vefat günü olarak her iki gün de geçmekte] “vefatından birkaç saat evvel çalmış olduğu J. S. Bach’ın muazzam ikinci Partizası” çalınsa ve nihayet Berlioz’un keman konçertosuyla cümle kuşlar davet olunup kanatlarında Büyükada semâlarından Aliye ile Karl’a renkahenk bir selâm uçurulsa…

Emine Çiğdem Tugay
)O(

f: Emine Çiğdem Tugay, “Hıntıryan Köşkü’nün duvarları kıyısındaki ―Aliye Berger’in gravürlerinde resmettiği― okalüptus ağaçları ve kızılçamlarda leylekler…”, Büyükada, 18.8.2012.

__________Kaynakça

1. Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)195-199.
2. Şirin Devrim (çev. Semra Karamürsel), Şakir Paşa Ailesi, İstanbul (2000)217.
3. Taha Toros, “Yaşamı ve Sanatıyla Aliye Berger (1903-1974), ? Dergisi ? (?)90.
4. Emel Koç, Alyoşa (Aliye Berger Biyografisi), İstanbul (2004)108-109.
5. Seyfeddin Çürüksulu, “Karl Berger”, ? Gazetesi, 25.10.1947.
6. Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)199.
7. Şirin Devrim (çev. Semra Karamürsel), Şakir Paşa Ailesi, İstanbul (2000)216-217.
8. Taha Toros, “Yaşamı ve Sanatıyla Aliye Berger (1903-1974), ? Dergisi ? (?)90-91.
9. Nermidil Erner Binark, Şakir Paşa Köşkü (Ahmet Bey ve Şakirler), İstanbul (2000)186-191.
10. Emel Koç, Alyoşa (Aliye Berger Biyografisi), İstanbul (2004)230-231.
11. Ayşe Kulin, Füreya, İstanbul (2000)21-27.

 


Taha Toros, “Yaşamı ve Sanatıyla Aliye Berger (1903-1974), ? Dergisi ? (?)85-92.

ADALAR POSTASI-2350/3 (29.11.2009): aliye ile ömer… ve de seyfettin…

Taha Toros, “Aliye Berger (1903-1974)”, Antikalar.com.

ALİYE BERGER (1903-1974)

TAHA TOROS

AİLE GEÇMİŞİNE BİR BAKIŞ

Geçmişleri acı tatlı olaylar ve serüvenler ile dolu Şakir Paşa ailesi, İstanbul’un “kalbur üstü” ve soylu ailesi olarak tanınırdı. Soyağaçları, baba tarafından Türki memleketlerine, anne tarafından Girit’e dayanır. Erkek tarafı göçmen olarak Afyon’un Kabaağaç beldesine, din adamı olarak yerleştirilmişti. Ailenin sürmesini sağlayan Mustafa Asım Bey, asker olarak yetiştirildi. Albaylığa ve “askeri şura azalığı” gibi, o dönemde önemli olan, bir makama kadar yükseldi.

Erken ölümü üzerine, dokuz yaşındaki kızıyla beş ve yedi yaşlarındaki oğulları İstanbul’a getirildi. Cevat ve Şakir adındaki bu çocuklar baba mesleği olan askerliğe yöneltilerek, parasız yatılı okullara yerleştirildi. Her ikisi de pırıl pırıl zekalarıyla, övgüler kazanarak, kurmay subaylığa ve paşalığa kadar yükseldiler. Bu kardeşler askerlik mesleğinden başka, tarihçilik ve sanat alanında da ün yaptıkları gibi siyasi görüşleri ve bilgileriyle de tanınıyorlardı. Bunlardan büyüğü olan Cevat Paşa, Sultan Abdülhamit döneminin en genç sadrazamlarındandı. Fotoğrafçılığa yönelmiş olan Cevat Paşa, sanatçı yönü olan bir kişiydi. Her markadan fotoğraf makinesi toplayıp, koleksiyon yapmıştı

Çektiği fotoğrafların banyosunu evinde oluşturduğu karanlık odasında yapar ve kendisi basardı. Bu fotoğraflardan biri, 1901 yılında Paris’te ödül kazandı. Yaklaşık beşbin kitaptan oluşan bir kitaplığı bulunan Sadrazam Cevat Paşa, Osmanlı askeri tarihiyle ilgili yapıtlar da kaleme aldı. Cevat Paşa’nın, Abdülhamit döneminin sert tutumuna karşı kıpırdanmalar ile Paris’te odaklanan “Jön Türkler”e karşı ılımlı yaklaşımından kuşkulanan Padişah, onu görevinden alarak Şam’a sürdü. Ne var ki, sağlığı oranın havasıyla uyuşmadığından, neredeyse sedyeyle İstanbul’a getirildi ve genç denecek bir yaşta öldü. İki evliliğinden de çocuğu olmadığı için ismi, kendi çocuğu gibi sevdiği, yeğenine verildi. Bu çocuk, kardeşi Şakir Paşa’nın oğlu Cevat Şakir Kabaağaçtır ve “Halikarnas Balıkçısı” ismiyle tanınır.

Ailenin ikinci ünlü çocuğu Şakir Paşa’dır. Resim sanatına karşı ilgi duyan Şakir Paşa da ağabeyi gibi bir tarihçiydi ve Jön Türkler’in düşüncelerini benimsemeye eğilimliydi. Bu yüzden Harbiye Mektebi’ndeyken onyedi gün hapsedilmişti. Ağabey’i Cevat Paşa gibi o da yabancı dil bildiğinden, Osmanlı devletini yabancı ülkelerde iki defa elçi olarak temsil etti. Şakir Paşa da iki defa evlendi. İlk eşinden doğan oğlu baba mesleğini seçti. İkinci eşi Girit’ten getirilen Sare İsmet Hanım’dı. Sare İsmet Hanım el işi masa örtüleri yapmakta hünerliydi. İngiltere ve İtalya’da eğitim gören, ailenin büyük oğlu Cevat Şakir, gençlik döneminde başarılı bir ressamdı. Sürgüne gönderildiği Bodrum’u yazarlığıyla dünyaya tanıtıp, ün kazandı.

Şakir Paşa’nın büyük kızı Hakkiye Hanım (seramikçi Füreya Koral’ın annesi) el işlemeleriyle, ikinci kızı Ayşe Hanım ise piyanistliğiyle tanınırdı. Hakkiye Hanım Side’ye yerleşerek oradaki büyük bir konağı otele dönüştürmüştü. Selçuklular döneminden kalan eski yapıların renkli ve oymalı ahşap tavan, kapı vb. öğelerini toplayıp, Side’deki otelinin tavanlarına ve kapılarına monte ederek, bu kalıntılara hayat veren kişiydi. Ailenin üçüncü kızı Fahrünnisa Zeyd, bilindiği gibi bir dünya ressamıydı.1 Ailenin son çocuğu, bu makalemizin konusu olan Aliye Berger’dir.

ALİYE BERGER İLE TANIŞMA

Aliye Berger’i, Büyükada’da babasının adını taşıyan “Şakir Paşa Köşkü”nde, yazlıkçı olarak oturduğumuz zaman tanıdım. Büyük bahçeli, bol ağaçlı, iki sokağa kapıları olan bu zarif kırmızı köşk, yalnız Şakir Paşa ailesinin değil, Büyükada’nın da simgesi gibiydi. İstibdat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin acı tatlı anıları bu büyük köşkün duvarlarına ve tavanlarına sanki sinmiş gibiydi. Ne var ki, bu tarihi köşk de Ada’daki diğer yaşlı binalar gibi adeta bir yapı kıyımına uğrayarak yok oldu.

Aliye Berger’i köşklerinin bir bölümünde yazlıkçı olarak oturmamız sırasında tanımakla birlikte, adına olan aşinalığımız çok eski yıllara dayanıyordu. Kendisi o zaman sanatçı değildi; ama sanatçı olan kocasına sevdası yüzünden, bir kadına karşı tabancı kullanan bir genç kızdı. İstanbul sosyetesi bu olay ile aylarca çalkalandı. Sanık olarak Sultanahmet’teki Adliye’de yapılan duruşmaları sırasında, boy boy çekilen fotoğrafları, gazetelerin ilk sayfalarında yer aldı. Olay, aşkın ve kıskançlığın neler yaptırılabileceğini göstermesi açısından ilginçti. Aliye Berger’in hayatına ilişkin yayımlarda bu konuya hiç değinilmemiştir; çünkü bunu bilen ve o dönemden hayatta kalan çok az kimse vardır.

Sözkonusu olayı öykülersek, o dönem sosyetesindeki geleneğe göre, her genç kız bir müzik aleti çalmayı öğrenirdi. Şakir Paşa’nın üçüncü kızı, Fahrünnisa Hanım, İnas Senayi-i Nefisesi’ne devam ederek ressam olmuştu.

Ailenin son kızı Aliye Hanım’ın müzik bilgisi edinmesi için, İstanbul’a yerleşen ünlü Macar virtüözü Karl Berger’e gönderilmesi uygun görüldü. Keman dersleri almaya başlayan küçük Aliye, kısa bir süre sonra ünlü hocasına aşık oluverdi. Karl Berger, cana yakın bir erkek güzeliydi. Türk ve gayrimüslim aile kızlarıyla bu türden ilişkileri vardı. Aliye Hanım’ın ablaları, Hakkiye ve Ayşe Hanımlar, küçük kardeşlerinin Karl Berger ile ilişkisini sezerek, onu uyarmışlardı. Ama Aliye Hanım, bu uyarıları, “Berger benimle evlenecek!” diye cevapladı. İstanbul’un değişik semtlerinde değişik sevgilileri bulunduğu söylenen müzik hocası, gün geçtikçe Aliye’den uzaklaştı, hatta müziğe yeteneği olmadığını ileri sürerek derslere son verdi. Aşkının reddedilmesi anlamına gelen bu olay üzerine, hırçınlığı ve asabiyeti artan Aliye Hanım, onu tehdit girişiminde bile bulundu. Bu durum karşısında Karl Berger, İstanbul’u terk etmeye hazırlanıyordu. İşyerini boşalttı ve geceleri ders verdiği öğrencilerinden Madam Onnig’in Üsküdar’daki evinde kalmaya başladı.

Şiddetli kıskançlık neler yaptırmaz ki!… Ailesinin şiddet ile uyarmasına karşın, bu evi saptayan Aliye Hanım, aşkının da verdiği taşkınlık ile kendisine rakip gördüğü kadına karşı tabanca kullanmayı planladı. Bir gece, eniştesinin tabancasını alarak, Üsküdar yollarına düştü. Karl Berger’in kaldığı ev, Üsküdar’da Tophanelioğlu yokuşunda otuz dört numaradaydı. Paris’te eğitim görmüş, ünlü hukukçu Hırant Bey oturuyordu. Kendisi Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa’nın Babıali’de hukuk müşavirliği sırasında yardımcılığını yapmış, daha sonra da hukuk müşavirliğini üstlenmişti.

Karısı da, kibar bir Ermeni ailesinden olan, Madam Duruhi’ydi. Kızı Matmazel Mani beş-altı yıldan beri Karl Berger’den ders alıyordu. Bu aileyle içli dışlı olan ünlü Macar virtüözü buraya geç saatlerde geliyordu. Aliye Hanım, kıskançlığının verdiği asabiyet ve aşkının dürtüsüyle, bir gece yarısı bu evin kapısına dayandı ve onu yaraladı… Ama gerçekte kapıyı açanı yaralamıştı. Bu kişi de, galiba evde çalışan bir kimse ya da kızın annesiydi… Söylentiye göre Karl Berger bu sırada alt kattan kaçmaya çalışıyormuş.

Sonuç olarak Aliye Şakir, otuz beş gün hapis cezasına çarptırıldı. Doktor raporlarına göre, bu suç asabiyetle işlenmiş ve suçlu da tanınmış bir aileye mensup olduğundan, aynı zamanda da, böyle bir suçu tekrar işlemeyeceğine kanaat getirildiğinden, cezanın ertelenmesine karar verildi.

ALİYE BERGER İLE GEÇEN HAYAT

Bu olaydan sonra Aliye Berger’in Karl Berger ile beraberliği yirmi üç yıl sürdü. Karl Berger’in ölümünden altı-yedi ay önce, beraberlikleri resmileştirilmişti. Aşkın simgesi olan Karl-Aliye Berger evliliği 1947 yılında Karl Berger’in ölümüyle son buldu. Büyükada iskelesinden kalkmak üzere olan Ada vapuruna binmek üzereyken, Karl Berger’in kalbi duruverdi. Bütün adalılar yasa boğuldu. Aliye Berger, zaptedemediği hıçkırıklar içinde, eşini Büyükada’nın tepesindeki müslüman mezarlığında yatan babası Şakir Paşa’nın yanına gömdürdü.

O güne kadar Karl Berger’in müslümanlığı kabul ettiği ve ismini değiştirdiği bilinmiyordu. Aliye Berger’in Cumhuriyet gazetesine verdiği ilan ile bu öğrenilmiş oldu.

17 Eylül 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle yazıyordu:

“Ömer Baki-Karl Berger’in vefatı şehrimizin sanat mahitinde teessürle karşılanmıştır. Memleketimizin çok iyi tanıdığı keman üstadı Şakir Paşa’nın damadı ve Bayan Aliye’nin eşi Ömer Baki’nin (Karl Berger) cenazesi bugün öğle namazından sonra Büyükada mezarlığına defnedilecektir.

KARL BERGER AŞKINDAN SONRA RESME YÖNELİŞ

Aliye Berger’in gençlik yıllarında, keman çaldığı ve hiç resim yapmadığı bilinir. Karl Berger’in ölümünden sonra, ona olan şiddetli aşkını gravüre adayarak üne kavuştu. Kendisinin anlattığına göre, çocukluk ve gençlik yıllarında üç kez resim ile ilgilenmek istedi. Resme karşı ilk sevgisini babasının kitaplarını karıştırırken, Çin resimlerini gördüğünde duydu. Ağabeyi Cevat Kabaağaç’ın İtalya’dan dönüşünde getirdiği boy boy çıplak kadın resimlerini gördüğündeyse, resim sanatı ikinci kez ilgisini çekmişti. Babası Şakir Paşa, bu resimlere çok kızmış, köşkün her yerinden kaldırtmıştı. Aliye Berger çocukluk yıllarında gizlice tavan arasına çıkarak, o resimleri seyretmesini kendine özgü konuşmasıyla anlatırdı. Üçüncü kez ilgisiyse, ablası Fahrünnisa’nın köşkün bahçesinde resim yaparken bayılmasıyla ortaya çıktı. Aliye Hanım, ablasının içeriye taşınması üzerine onun palet, fırça ve boyalarıyla başbaşa bahçede kalmıştı. Böyle bir anda, içinde resme karşı bir kıpırdanma olmasına karşın, ressamlığa başlaması, Karl Berger’in ölümünden sonra, kaybının acısına dayanamadığını gören ablası Fahrünnisa’nın onu alarak Avrupa’ya götürmesiyle başlar. Artık Karl Berger yoktur! Aliye Berger eşine karşı olan bütün aşkını önce heykele, daha sonra da gravüre yöneltir. Hocası John Buckland Wright’ın atölyesinde üç yıl çalışır. Oymalar, kazımalar ve siyah-beyaz boyalar, Karl Berger’e karşı duyduğu aşkı gibi onu bütün varlığıyla sarar. Onun gravürleri, kendi iç dünyasının dışa yansımasıdır. Sanatçılığında Karl Berger’e karşı duyduğu aşkın mayası vardır. Daha çok siyah ile beyazı yeğler. Bu sanatı Karl’ın acısını unutmak için seçtiğini anlatır. İlk sergisini İstanbul’da 1951 yılında açar ise de, bu meslekteki çabasının ödülünü 1954 yılında alır. Yapı Kredi Bankası’nın Uluslararası Yarışması’nda birincilik ödülü Aliye Berger’e verilir.

YURTTA VE DÜNYADA SERGİLER

Yirmi-yirmi beş yıl boyunca, dolu dolu çalışmalarıyla Aliye Berger, resmin en zor dalı gravürcülüğünü doruğa çıkardı. Açtığı on iki özel ve kırk sekiz karma sergisi, sanat tarihinde ender görülen olaylardandır.

Özel sergileri Paris, Londra ve Viyana gibi büyük sanat merkezlerinde, katıldığı karma sergiler ise yine ondört yabancı kente açılmıştı. Bu arada, sanatçının İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde dört, Albertina Museum’da da üç yapıtı sergileniyor. Aliye Berger gravür sanatına geç başladı, ama bu sanatıyla yaşadığından, az zamanda rekor denecek sayıda yapıt üretti. Ne var ki, onun bu sanatta doruğa çıkmasını, hayatını uğruna adadağı aşkı, Karl Berger göremedi. Ama Aliye Berger onun şiirlerini derledi ve gravürlerini yaptı. 1974 yılında sanat dolu yüreği duruverdi. O, ölümünden sonra büyük aşkı Karl Berger’e kavuşacağına inanırdı. Belki de öyle olmuştur!… Aliye Berger’in yapıtları ölümünden sonra sergilendi. Bunlar arasında iki büyük sergiye değinmek yerinde olur. 16 Ekim- 1 Kasım 1975 tarihleri arasında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde düzenlenen sergi bunlardan ilkidir. İkincisi ve sonuncusuysa Yapı Kredi Bankası’nın 11 Şubat-6 Mart 1988 tarihleri arasında düzenlediği Aliye Berger’in seksen kadar yapıtını kapsayan sergidir.

SABAHA KADAR ÇALIŞAN ÜÇ KAFADAR

Bugün hazin olan bu üç kafadardan ikisinin dünyamızdan ayrılmış olmasıdır. İkisi de sanat dünyamızın ünlü, ünlü olduğu kadar da özgün kişileriydiler. Kendilerine özgü fırçalarıyla ve gerçek dostluklarıyla sanat dünyamızın arslanlarındandılar. Bunlar Aliye Berger ve Cihat Burak’tı…

Artık, Büyükada’daki “Şakir Paşa Köşkü” yitirdiği yaşamıyla insanın içine işleyen bir görünümdedir. Yıkıcıların varisler ile görüşmeleri sıklaştıktan sonra, bir gün köşk yıkıcılara teslim edilir. Aliye Berger, bu eski ve büyük ailenin bir bavul dolusu “evrak-ı metrukesi”ni buraya getirmişti. “Aliye Hanım bu eski zaman hatırası, solmuş, susmuş kağıtların tasfiyesini arzulamaktadır.” Ailenin yakın tarihini ve geçmişini iyi bildiğimden olacak ki, bu konuyla benim ilgilenmemi rica etti. Bir gecede iki işi birden çözümlemeyi amaçladığından, Cihat Burak’ı da çağırdı. Cihat Burak, bir portre ressamı olmamakla birlikte, Aliye Berger’in, saraylıların kıyafetini andıran, ipek giysiler içerisinde portresini yapacak ve biz de aile bavulundaki belgeleri birer birer inceleyecektik. O günlerde ülserim ilerlediğinden bana Markiz’den bol miktarda muhallebi ısmarlama inceliğini göstermişti. Cihat Burak ile karşılıklı içmek üzere de, masaya iki şişe şarap koymuştu. Aliye Berger sık sık yatak odasına girip, ipekli elbisesini değiştirerek, Cihat Burak’a poz veriyordu. O kadar hareketliydi ki, Cihat Burak’ın ricalarına aldırmayıp, gözlerine sürekli değişik kirpikler takıyor ve yakışıp yakışmadığını soruyordu. Bir yandan da kağıtları bavuldan tek tek alıp bana okutuyordu. Çoğu eski dönemden kalan, emlak, işleriyle ilgili mektuplar, elektrik faturaları ya da gereksiz hesap pusulalarıydı. Önce bana okuttuğu belgeyi sonra da kendisi göz atıp, sağdaki çöp sepetine bırakıyordu. Bavuldan çıkan Cevat ve Şakir Paşalar’ın kaleme aldıkları tarihe ilişkin el yazılarından oluşan eserleri, notları, kendilerine verilmiş berat, ferman, şehadetname ve nişan gibi belgeleri sınıflandırarak, özenle dosyalarına yerleştiriyordu. Bavuldan, Karl Berger’in yurtdışı yolculukları sırasında kendisine gönderdiği gezi mektupları da çıkıyordu. Bunlardan bir ikisi vardı ki, Cihat Burak ile yırtmaması için ricada bulunduk, ama Aliye Berger kabul etmeyerek, kendisine gelen mektupları çöp sepetine atmayı sürdürdü. Örneğin, Karl Berger’in bir mektubu, Tahran’dan gönderilmişti. İran Sarayı’nda verdiği konseri anlatıyor, Şah’ın övgü dolu sözlerini aktarıyordu. Okuyup kendisine verdiğim birçok önemli pusula vardı. Bir tanesi tarihi bir mahkumiyetin iç yüzünü açıklayacak nitelikteydi. Bunu yırtmaması için yalvardım ise de kabul ettiremedim. Bu mektup, babasını öldüren Cevat Şakir’in hapishaneden annesine gönderdiği pusulaydı ve inancıma göre, olayın gerçek yüzünü aydınlatabilirdi. Bugünkü gibi belleğimdedir; “Valideciğim…” diye başlıyordu, “Hamil-i mektup, dava vekilimizin arzu ettiği gibi konuşacaktır. Kendisine mahremane üç altın veriniz. “İmza yerinde “C” harfi vardı.

Cevat Şakir’in, İstanbul’dan Afyon’daki Kabaağaç çiftliğine giderek, hizmetkarlarını tehdit edip babası Şakir Paşa’yı tabancayla öldürdüğü ve elbisesiyle hemen orada toprağa gömdürüp İstanbul’a döndüğü bilinir.[2]

O gece şakalar ve gülüşmeler arasında sabahı bulduk. Güneş doğduktan sonra evlerimize döndük. Füreyya Koral, sevgili Aliye Berger’in vefatından sonra, sınıflandırıp düzenlenen çoğu ferman ve nişanlar ile ilgili belgeleri ve yayımlanmamış nefis ciltli el yazması tarihleri, aynı bavul içerisinde, bir kere de onun evinde gözden geçirmek üzere, bizi davet etti. Fermanların aile fertlerine hatıra olarak dağıtılmasını ve Mısır tarihiyle ilgili, bir cildi eksik olan yirmi dört ciltlik nefis yapıtın Türk Tarih Kurumu’na satilmasını önermem üzerine, konu oraya bildirildi ve oradan gelen bir profesör yapıtı incelendikten sonra, bu değerli yapıt, uygun bir fiyat karşılığında, bu kuruluşun oldu.

SİLAH SESİ KARIŞAN BİR AŞK SERÜVENİ

Aliye Berger’i, gençlik yıllarında çılgına çeviren bu aşk serüvenini çok kimse bilmez, ya da dilden dile kendilerine aktarılanı bilir. Bir tomar tutan mahkeme kararlarıyla, 1929 ve 1930 yıllarının gazetelerindeki yayımlar, bir aşk uğruna sıkılan kurşunun ayrıntılarıyla doludur.

_________________DİPNOTLAR
1- Antik Dekor, Sayı 70.
2- Sırası geldiği için bu konuda kendilerini ailenin yakın dostlarındanmış gibi göstererek gerçek dışı yayımlar yapanlar görülmüştür. Örneğin, bunlardan biri, bu olayın İstanbul’da, geçtiğini, mütareke ve işgal dönemlerinde yer aldığını yazmıştır. Bunlar gerçek dışıdır. Olay I. Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde Afyon’da geçmiştir. Hiçbir tarihi araştırma yapmadan, gerçek dışı yayım yapanlara önerimiz şudur. Zahmet edip Büyükada’nın tepesindeki İslam mezarlığına giderek, Şakir Paşa’nın mezar taşındaki tarihi okusunlar. Üzerinde 1914 Ağustos tarihini göreceklerdir.

* Seneler senesi derlediği âdeta “Mazi Cenneti” o muazzam kültür hazinesini İstanbul Şehir Üniversitesi vasıtasıyla meraklılarına sunan Taha Toros Beyefendi‘nin (1912-2012) aziz hatırasına her daim hürmet ve sonsuz minnetle…
)O(

 


Yorum bırakın

Kategoriler